logo

emir

mevcudat-ı havaiye olan hurufun, hususan huruf-u kudsiyenin ve Kur’aniyenin hususan evail-i suredeki şifre-i İlahiyenin hurufatı muntazam ve nihayetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrat-ı havaiye de kudsiyet noktasında emr-i “Kün Feyekûn”ün cilvesine ve irade-i ezeliyenin tecellisine mazhar hurufatın maddî hassalarını ve hârika ve mervî faziletlerini teslim ettirir.

İşte bu sırra binaendir ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da bazan kudret eserini sıfat-ı irade ve sıfat-ı kelâmdan gelir gibi tabiratı, gayet derecede sür’at-i icad ve gayet derecede inkıyad-ı eşya ve müsahhariyet-i mevcudattan başka; ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani emr-i tekvinîden gelen hurufat, maddî kuvvet hükmünde vücud-u eşyada hükmeder. Ve emr-i tekvinî âdeta ayn-ı kudret, ayn-ı irade olarak tezahür eder. Evet emr ve iradenin bu gayet hafî ve vücud-u maddîleri gayet gizli ve havayı âdeta nim-manevî, nim-maddî nev’indeki mevcudatta emr-i tekvinî ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor. Belki ayn-ı kudret olur. Âdeta maneviyatla maddiyatın mabeyninde berzahî olan mevcudata nazar-ı dikkati celb etmek için, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan

ﺍِﻧﻤَّﺎَ ﺍَﻣْﺮُﻩُ ﺍِﺫَﺍ ﺍَﺭَﺍﺩَ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﺍَﻥْ ﻳَﻘُﻮﻝَ ﻟَﻪُ ﻛُﻦْ

ﻓَﻴَﻜُﻮﻥُ

ferman ediyor.

Latif Nükteler – 47

İKİNCİ KELİME:

ﻭَﺣْﺪَﻩُİşte şu kelime sarih bir mertebe-i tevhidi gösterir. Şu mertebeyi dahi, a’zamî bir surette isbat eden gayet kuvvetli bir bürhanına şöyle işaret ederiz ki:

Biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen, âmm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil, hassas bir mizandır görüyoruz. Herşey dakik bir nizam ile, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve tevziniyet gözümüze çarpıyor. Yani: Birisi, intizam ile o nizamı değiştiriyor ve tartı ile o mizanı tazelendiriyor. Herşey bir model olup, pek kesretli muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin altında bir hikmet ve adalet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor, bir hak, bir faide takib ediliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmane bir faaliyet içinde bir kudretin tezahüratı ve herşey’in her şe’nini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri nazar-ı şuurumuza çarpıyor. Demek bütün mevcudattaki şu nizam ve mizan, umuma âmm bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm bir hikmet ve adaleti ve o hikmet ve adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek bir Kadîr-i Külli Şey ve bir Alîm-i Külli Şey, şu perdeler arkasında akla görünüyor. Hem herşey’in evveline ve âhirine bakıyoruz, hususan zîhayat nev’inde görüyoruz ki: Başlangıçları, asılları, kökleri, hem meyveleri ve neticeleri öyle bir tarzdadır ki; güya tohumları, asılları; birer tarife, birer proğram şeklinde bütün o mevcudun cihazatını tazammun ediyor. Ve neticesinde ve meyvesinde; yine bütün o zîhayatın manası süzülüp onda tecemmu’ eder, tarihçe-i hayatını ona bırakır. Güya onun aslı olan çekirdeği, desatir-i icadiyesinin bir mecmuasıdır. Ve meyvesi ve semeresi ise, evamir-i icadiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz. Sonra o zîhayatın zahirine ve bâtınına bakıyoruz. Gayet derecede hikmetli bir kudretin tasarrufatı ve nafiz bir iradenin tasviratı ve tanzimatı görünüyor. Yani, bir kuvvet ve kudret icad eder; bir emir ve irade suret giydirir.

Mektubat – 230

Sabit, daim, fıtrî kanunlar gibi; ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Ve bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir.

Asa-yı Musa – 248

İman-ı Billah, kendi hüccetleriyle hem sair rükünlerini, hem iman-ı bil’âhireti isbat eder ki; Meyve Risalesi’nin Yedinci Mes’elesinde güzelce göstermiş. Evet bu hadsiz kâinatı bir saray, bir şehir, bir memleket gibi bütün levazımı ile idare eden ve mizan ve intizam dairesinde çeviren ve hikmetlerle değiştiren ve zerratı ve seyyaratı ve sinekleri ve yıldızları birer muntazam ordu gibi beraber techiz ve idare eden ve emir ve iradesi dairesinde mütemadiyen bir ulvî manevra içinde talim ve tavzifatla faaliyete ve seyr ü cevelana ve ubudiyetkârane bir resm-i küşada ve seyahata getiren ezelî ve bâki bir saltanat-ı rububiyet ve ebedî ve daimî bir hâkimiyet-i uluhiyet, hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ve hiçbir ihtimal var mı ki, o ebedî ve sermedî ve bâki ve daimî saltanatın bâki bir makarrı ve daimî bir medarı ve sermedî bir mazharı olan dâr-ı âhiret olmasın? Bin defa hâşâ!

Asa-yı Musa – 56

Leave a reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir